Korku mantıktan daha güçlüdür, mantıksız ve ahlaksız da olsa insanoğlu korku içerisinde (iştirak etmese de) işletilen haksızlıklara sessiz kalabiliyor. Hayat içinde genellikle korkularla karar verip hareket ederiz. Korkularımızı yenip özgürleştiğimiz ölçüde insanlığımıza ulaşabiliriz.
Bir propaganda aracı olarak spekülatif korkular toplumun her kademesine içten içe yayılır ve bu korkulardan “halkı” koruyacak tek güç olarak bir kişi, örgüt, siyasi parti veya kurum adres olarak gösterilir. İşte böylece “korku” bir ülkeyi teslim alır. Akılları ve dimağları işlemez, gözleri görmez, kulakları duymaz hâle getirir. “Korku salarak yönetmek ne kadar etik bir davranıştır?” sorusunun cevabı malum ama maalesef bu yol; yönetemeyen, bir şey üretemeyen, korkularıyla bezenmiş emellerini korumaya çalışan figürlere mahkûm eder insanlığı…
Devlet şizofrendir… Şizofrenik düşünme biçimiyle düşmanlar, doğru orantılı olarak ta korkular üretip halkı da korkular girdabında yaşamaya zorlayarak insanları anksiyetik hâle getirir. Kaygı olarak tarif edilen bu hastalık ise paranoya ve kuruntularla tetiklenen bir korku türüdür, insanı sağlıklı değerlendirme yapmaktan uzaklaştırır. Bu rahatsızlığın çok ileri evrelerini yaşıyor/yaşatılıyoruz hep birlikte, bu korkulardan kurtulmadan makul bir hayatiyet namümkündür.
Kendileri de korkuyor, korkularıyla yönetiyorlar… Korku aynı zamanda suçluluk duygusunu da harekete geçirir. Yönetenler de yönetilenler de zihinlerinin derinliklerindeki bu duygularla debelenip dururlar. “Firavun: ‘Bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim. Rabbine dua etsin de kendisini kurtarsın. Ben; onun, sizin inançlarınızı, rejiminizi değiştireceğinden, ülkede, yeryüzünde karışıklık çıkararak, fesadı ve anarşiyi hâkim hâle getireceğinden korkuyorum.” dedi. (Mü’min; 40/26). Görüldüğü gibi böylesi nizamlarda hâkim olan, ülkeyi yönetenlerin korkularıdır, onlar bir korku kumkumasına girmişlerdir. Halk da diktatörlüğün korkularından korkmakta, ancak bir kısım cesaret sahibi bireyler bu korkuya teslim olmamaktadır/olmayacaktır.
Tarih boyu bu tür toplumsal baskı süreçleri işletilmiştir, oligarşik yönetim yapılarının ayakta durması için bu yöntemden başka çareleri de yoktur. Muhatap olduğumuz son süreçlerde, tarihi vakıalarda örneklerini gördüğümüz fiili baskı ve korkudan ziyade zihinsel korku daha baskın durumdadır. Öyle bir algı oluşturulmuştur ki, karşılaşacakları somut olasılıklardan ziyade soyut olasılıklar daha da korkutur hâle gelmiştir insanları; mahalle baskısı, “Gülenci” yaftası yeme korkusu, devlet düşmanı potasına düşürülme, hain olma, ötekileştirilme korkusu zihinsel reflekslerimizi yönetiyor. Aslında korkuların büyük bir kütlesi de, gerçekliği olmayan paranoyalarımızdan kaynaklanıyor. Somut olarak da kimisi kazanımlarını kaybetmekten, kimisi yargılanmaktan, kimisi öldürülmekten, kimisi işinden, aşından, kimisi mahpusluktan korkuyor. Ama korkanlar, zihinsel mahpusluklar içinde çürüdüklerinin, daha da önemlisi, neslimizin geleceğini/umutlarını/yaşam alanlarını öldürdüklerinin farkında değiller…
Kendi kendimize korkular dünyası oluşturduk, zihinlerimizi saran bu virüsten kurtulmadığımız takdirde son birimiz kalana kadar birbirimizi, olmadı kendi kendimizi yiyip bitireceğiz… İnsanlar, geleceklerine dair güven içinde değil, tam tersi tereddüt içinde. Artık şehirlerde, meydanlarda, sokaklarda rahat rahat dolaşamaz hâle geldik. Her an bir yerde bomba patlama ihtimaliyle diken üstündeyiz. Her yerde bir çevirme, kontrol, tehdit, tedirginlik, ürkeklik, her türlü olumsuz olasılık içinde yaşar olduk. Âdeta polis devletine dönüştük, güya iyiliğimiz için işletilen bu güvenlik politikalarına ihtiyaç hissettiren yanlış politikalara, sebeplerine ve müsebbiplerine kimse işaret etmiyor/edemiyor.
Öyle abes bir atmosfere büründük ki, artık sosyal medyada paylaşılan bir not dahi suç unsuru olup terörist kefesine düşebiliyor kişi. İnsanlar düşüncelerini aktardığı yazılarından yargılanabiliyor, ona buna hakaretten mahkum olabiliyor artık. En basitinden bir notu retweetlemek, bir paylaşımı beğenmek, bir siteye üye olmaktan bile korkar olmuş ahali. Daha sanal âlemde özgürce varlığını gösteremeyen bireylerin gerçek âlemdeki durumlarını düşünmek bile istemiyoruz. En kötüsü de bu anlayışın karakterleri şekillendirmesi, bu pısırıklığın zihin dünyalarına sinmesi, orada perçinlenmesi, ona alışılması ve gelecekte de bu zihin yapısıyla düşünüp hareket edilecek olmasıdır.
İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir? Bu bir teoloji mi, yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi? “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya Allah’a tapacaksınız ya da (para tanrısı) Mamon’a” diyen İsa acaba ne demek istiyor? İman; emniyet, güven kökünden gelir. Bir şeye inanmak ona güvenmek, itimad etmek demektir. Düşünün… Hayatta Allah’a mı yoksa paraya mı ya da başkaca bir güce mi daha çok güveniyorsunuz ya da korkuyorsunuz? Hangisi size güven veriyor? Hangisinin adını duyunca yüzünüz gülüyor, içinize güven doluyor ya da korkuyorsunuz? Soru şu: “Yarın ne yiyeceğim?” diye sorulduğunda “Şu parayı al, sana bir ay yeter, korkma” diyen birisi mi, yoksa “Allah var, korkma” diyen birisi mi sizi daha çok korkularınızdan azade kılıp size güven veriyor? Aslında neye iman ettiğinizin belli olması için, zorlayıcı bir içkinlikle iki şıktan sadece birini işaretleyin… “Allah var, korkma” demek; “hayat var, toplum var, tabiat var, toprak, su, hava, ateş, rızık ve rızık kaynakları var, kardeşlerim var, bunlar daha büyük, kalıcı, sıcak, güvenmeye ve dayanmaya daha layık” demektir. İşte böyle bir toplumda yaşayanlar için korku (havf) yoktur, kaygı (hüzn) da duymayacaktır.
“Ey özgürlük! Beni ipe bile götürseler, yine de asla kalbim senden ayrılmayacak. Sen benim kalbimsin, benim suyumda ve toprağımda yoğrulmuşsun. İşkenceler, ancak benim sana olan sevgimi artırmıştır. Zindanlar, bana senin sevginden ve aşkından başka bir şey getirmemiştir.” Anlayışıyla, insanların özgürce düşünüp/konuşup/yaşayabildiği, korkularının üzerine gidip giderdiği, gerdanlarındaki bağdan kurtulduğu, nefsinden peyda olan ihtiraslara değil de hayra çağırdığı bir nizamda yaşama arzusuyla… Rabbim cümlemizi hayra ulaştırsın…
07.12.2017