Dünya üzerinde imparatorlukların yıkılması ve ulus devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte, merkezî yönetimler daha kuşatıcı ve güçlü hâle geldiler. Teknolojik ilerleme ile birlikte de bâkir alanlar toptan yok olmaya yüz tuttular. Artık iktidarlar, hükümlerini coğrafyanın her yerine daha rahat taşımaya başladılar.
Kapitalizm çağında iktidarların varlıklarını sürdürebilmeleri, diğer iktidarlarla mücadele edebilmeleri için halkları istedikleri biçimde karakterize etmeleri gerekmektedir. Bunun için en önemli unsur tabii ki okuldur. Ülkemizde bir insanın karakterini kazandığı 6-18 yaşları arasını okulda geçirmesi yasalar dâhilinde zorunludur.
Piyasanın beslendiği rekabetçi insan tipolojisi ilk olarak okulda ortaya çıkar. Anadolu halklarının kadim olan dayanışmacı kültürü, fedakâr insan yapısı ve mütevazı karakteri, okullarda yetişen nesiller aracılığı ile bozulmuş, ifsada uğramıştır. Not ve karne sistemi, sınav yapısı ve merkezî müfredata dayalı tek tip eğitim anlayışı, sürekli adaletsiz bir yarış içinde olan “bireyler” yaratmaktadır. Bu bireyler, hayatın hemen her alanında birbirlerini mağlup etmeye, geçmeye, ezmeye çalışmaktadır.
Nurettin Topçu’nun ifadesi ile “talebelik, artık bir ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır”. Okul, teoriden ibaret, hayatın çoğu alanına tekabül etmeyen, piyasa içinde tutunabilmeyi asıl amaç hâline getirmiş gençlerin bir aracı olarak karşımızda durmaktadır.
Öte yandan eğitim meselesi, okul ve devlet elinde tekelleşen bir kavram hâline gelmiş durumdadır. Geniş ailenin dağıldığı, çekirdek ailenin ortaya çıktığı kent yaşantısında, çocuklarımızı KPSS puanına göre atanmış bir devlet memurunun ellerine bırakıyoruz. Kars’ın köyünde doğan bir çocuk, bir İstanbul genci tarafından eğitiliyor örneğin, aynı şekilde Bursa’da doğup o kültürde yaşayan birini Artvin kültürüne sahip biri eğitiyor. Dolayısıyla, kendi gerçekliğinden kopuyor, kültüründen ve ailesinden duygu olarak uzaklaşıyor.
Devletin resmi ideolojisi ve konjonktürel gelişmeler çocuklara hakikat olarak anlatılmakta, zihinlerine düşünsel sınırlar çizilmektedir okullar aracılığı ile. Bu meselenin muhtevası farklı dönemlerde değişse de, ahlâkı aynı kalmıştır. “1. Dünya Savaşı’nda Almanya yenildi diye bizde yenilmiş sayıldık” cümlesi, bizim neslimize tanıdık gelen bir argümandır örneğin.
Cumhuriyetin kuruluşunda Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile zorunlu hâle gelen bu çarpık eğitim sistemi, o günlerde de bugünlerde de mevcut ideolojiyi kutsamak üzerine eğitilmiş tek tip insan tipolojisi geliştirmektedir.
Eğitim kalitesinin ayaklar altında olduğu da ayrı bir tartışma başlığı… Son 40 yıldır daha kâmil bir eğitim sistemi getirme niyetiyle yapılan yersiz ve sık değişikliklerin sonuç alması asla mümkün değildir. Haricen öğretim görevlilerinin yine aynı eğitim dâhilinde eğitilmeleri, tespiti ve istihdamındaki bariz çarpıklıkların asli sorunu teşkil ettiği kanısındayız. Müfredat ve sistemden ziyade, yürütülen süreçte eğitime bakış açımız ve mantığımızdaki handikaplar da ayrı bir fecaat…
Buradan, zorunlu eğitime şiddetle karşı olduğumuzu belirtmemiz gerekiyor. Neticede imkânları zorlayıp farklı alternatifler geliştirerek, nesillerimizi kendimiz eğitmeliyiz.
Düşüncemiz odur ki bu tür konulara kafa yorup bir çıkış noktası aramak ve cesaretle hareket etmek gerekmektedir.
19.01.2018