O kadar basit, o kadar sığ, o kadar hamaset dolu günlerden geçiyoruz ki; belirtmeye, dillendirmeye, dikkat çekmeye bile utanıyoruz… Hamaset; aklıselim ile düşünebilmeyi, doğruya ulaşma olasılığını ortadan kaldırır, zihinleri sığlaştırır. Böyle bir atmosferde düşünülenlerin, verilecek kararların, yapılacak işlerin doğru olması mümkün değildir. Gelin, durun, düşünün ve aklıselimi işletin, yoksa her geçen gün nesillerimizin fiilî ve zihnî yaşam alanlarını öldürmekten başka bir sonuç elde edemeyeceğiz…
Tamam, doğru ya da yanlış bir şeyler yapılacaksa, yapan kişi amacı doğrultusunda olumlu bir sonuç almak istiyorsa dahi hamasetle bir işe kalkışmamalıdır. İlk önce bir düşünür, hesap kitap yapar, istişareyi işletir, getiri götürü hesabı yaptıktan sonra maksimum fayda güderek bir işe kalkışır. Ama son dönemlerde yöneticilerimizde, aklıselimi yansıtan hiçbir ama hiçbir ibare göremiyoruz. Tamamen ama tamamen taassupla, hamasetle, asabiyeyle, hırsla işleri yürütüyorlar. Halkın anladığı ve istediği dilde bu ki, bu gidişata karşı çıkmayı boş verin, onu desteklemekteler.
Bu dil, anlayış ve mantıkla hayır gelmeyeceği aşikârdır. Bu tablodan anlaşılıyor ki; ya yöneticiler ne yaptığını bilmiyorlar ya da ülke için olumlu sonuç alma gibi bir amaçları yok…
Bu işletilen hamaset dilinin kaynağı, duygusal bazı damarlardan ziyade Türk milliyetçiliği üzerine bina edilmektedir. Manipüle edilmeye müsait halk kitlesiyle birlikte kendi iktidarlarını koruma amacıyla çırpınanlar bir yana, dün milliyetçilikle kıyasıya mücadele eden Müslümanların, bugün ırkçı anlayışın taşıyıcı kolonu olmasını esefle izliyoruz…
Sürekli Rabia işareti yaparak, “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” diyerek dolaşanlar İslam’a savaş açmış konumdadırlar. Müslümanlar olarak biz bu savaşın bir tarafıyız, hâkim olan bu anlayışlarla, fikirlerle, zikirlerle her müminin mücadele etmesinin üzerine farz olduğunu düşünüyoruz. Burada nefsimizden hüküm belirtmiyoruz, bundan Allah’a sığınırız. İhtilafın olmadığı gayet açık ve net olan bu hususu, son Nebi’nin kendisi Veda Hutbesi’nde “kavmiyetçilik ayağımın altındadır” vurgusuyla gayet açık şekilde akledenlere belirtiyor, ayrıca Kur’an Kerim’in Hucurat/13. ayetinde vurgulandığı üzere “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır.” diyerek Arap’ın Acem’e, Türk’ün Kürd’e hiçbir üstünlüğünün olmadığını vurgulayarak ırkçılık yapmamamızı telkin ediyor, daha birçok ayette olduğu gibi… Son olarak da hemen altında görüleceği gibi, birçok muhaddisin de aktardığı üzere, Hz. Muhammed şöyle buyuruyor: Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)
Değerlendirilmesi gereken bir başka önemli husus şu ki; belirtildiği üzere Amerika’yla savaş hâlinde olunduğu düşüncesinde değiliz. Eğer bir savaş zemini yakalanmışsa, sizden çok daha samimi/tutarlı/erdemli birçok insan var, bunlar savaşır ve memnuniyet de duyarız. Ayrıca sürekli avaz avaz bağırıp “onları bırakın, bizlerle müttefik olun” diyen bir odağın Amerika’yla savaştığını söylemek, söylense bile buna inanmak kadar abes bir şey olmasa gerek.
Dedikleri gibi olsa dahi; kişi bir şey yapacaksa kendi belirlediği zamanda, yerde ve yöntemlerle yapmalıdır, gazla/hamasetle/hırsla değil. ABD oturduğu yerden kendi istediği zamanda, kendi istediği yere, kendi belirlediği şartlarla, kendi çizdiği sınırlarda bizi bir savaşa sokuyor ve sonrasında oval ofiste ergonomik koltuğuna yaslanıp gülerek izliyor, sen de çıkmışsın “büyük şeytanla savaşıyoruz” diyorsun… Diyecek başka bir şey yok…
Üretilen korkularla bastırılmanın zirvesini yaşıyoruz. Yaptıkları gün gibi açık olan hatalarını dillendirip karşılarında duran (ki yapması gerekenlerin çok küçük bir boyutunu yapan) makul bir şekilde eleştiren kişileri o kadar basit hatta çocukların dahi güleceği bir mantıkla terörize ederek akıllarınca bertaraf etmeye çalışıyorlar ki, hayıflanmamak elde değil. Ne içiyorlar, hangi kafayı yaşıyorlar, nasıl bir mantıkla zihinleri çalışıyor, bizler yoğun analizler sonrasında dahi anlamlandıramadık.
Furkan Vakfı’na, film sahnesi çeker edasıyla yapılan zulmü de şiddetle reddediyor, esefle izliyor ve kardeşlerimizin yanında olduğumuzu vurgulamak istiyoruz… Kemalist ideolojinin sahnelediği zulümlerin aynı yöntemlerle sergilenmesini üzülerek izliyoruz. Geçmişte İslamî veya Kürt kimliği olanlara yapılanlara ek olarak, şimdilerde (yine İslamî ve Kürt kimliği olanlar yanında) Kemalist odaklara da yapılmaktadır. Değişen pek bir şey yok, iktidar olanlar kendisine biat etmeyenleri ezmeye devam ediyor. Sevinerek belirtmek istiyoruz ki; bu süreçte bir kazanımımız oldu. Kemalistlere hak nedir, haksızlık nedir, adalet nedir, özgürlük nedir, zulüm nedir tersten de olsa maruz bırakarak öğrettik… İleride ezkaza iktidarı ellerine aldıklarında bunlardan dersler çıkartmış olurlar inşallah. Ama tarih boyu tekrarlandığı üzere, iktidar hırsına bürünüp bunları da unuturlar sanırım, bizler o vakitte yine dik duruşumuzdan taviz vermeden karşılarında olacağız. Bir umut işte..:) Belki dersler alırlar…
Misal, güncel bir örnek verecek olursak; Afrin’e yönelik harekâta, olabilecek en makul bir dille “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyerek karşı çıkan Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) yapılan operasyonu zihinlerinde şöyle meşrulaştırmış garipler. Yetkin bir hükümet yetkilisi, “siz hiç bu kurumun, ‘terör eylemi bir halk sağlığı sorunudur’ diye bir açıklamasını gördünüz mü?” diye sorup, o kıt aklıyla şu çıkarımda bulunuyor: “Bu tür açıklamalar terör propagandasıdır”… Bir başka yönetici: (diğer savaşa “hayır” diyenler içinde geçerli) “bu terörist sevicilerin bugüne kadar, barışa ‘evet’ dediklerini duymadık” diyerek terörle bağdaştırabiliyor. Ve bunun gibi daha birçok kısır, sığ, basit çıkarımlarla ülke yönetiliyor…
Kendimize zûl addediyoruz ama yukarıdaki örneklerin mantıksızlığını vurgulayıp değillemeye çalışalım âcizane; başta her şeyi bir birine karıştırarak hakikati kirletme yönteminden vazgeçmek gerekir, her olgu/olay/mefhum kendi içinde değerlendirilir. Bir terör eylemini kınamak ayrı bir konudur, devletin yaptığı yanlışları ayrı, her biri ayrıca değerlendirilip konuşulur. Yok “sen bunu niye konuşmadın” diyerek “onu da konuşamazsın” demek kadar abes bir şey yoktur. Bu sığ eşitleme mantığını işletip amaçlarınız doğrultusunda kitleleri ikna etmeye çalışmak ahlaksızlıktır. Bu tür eşitlemelere gitmek zorunda değiliz, her konu kendi veçhesinde, zamanında, yerinde konuşulur. Ayrıca samimi ve tutarlı olunacaksa (bu basit anlayışı) karşı taraftan beklediğiniz oranda işletmeniz icap eder… Ki; sizlerin olumlu manada yaptıklarınızı dillendiren çok zaten, bizlerin de ekstra belirtmesine gerek yok, aynı şekilde yerel veya küresel terör odaklarının işlediği cürümler her an, sürekli belirtilmekte, bizler için kabul edilemez bu unsurlara ihtiyaç hissedilirse parmak basarız, merak etmeyin. Hakkı savunmak, haksızlığın karşısında durmak, onurlu insanların ve biz Müslümanların işidir elhamdülillah, bizler, daha ziyade aslında su gibi berrak olan ama gözden kaçırılan, vitrinde sergilenmeyen, üzeri örtülmeye çalışılan yanlışlıklara/haksızlıklara/zulümlere parmak basma taraftarıyız… Ve bunu yılmadan, yıkılmadan, bıkmadan yapmaya devam edeceğiz…
“Savaşa hayır” demek “barışa evet” demektir zaten… Bölgedeki masum sivillerin kaçınılmaz olarak ölme olasılığını dillendirmenin yanı sıra “savaşa hayır” demek, devlet tarafından hedefe alınanlardan ziyade başta savaşın müdahili olup kapsayan bizlere yöneliktir ve zımnen “biz savaşmak istemiyoruz” demektir. Bir taraf olmaya zorlandığımız bu tabloda bir vatandaş olarak “savaş istemiyoruz” deme hakkımız yok mu? “Muktedirlerin keyfine göre ve hataları her hamlelerinde tekrar tekrar tescillenmiş hamasetle işlettikleri dış politikalarıyla yol almak, savaşmak zorunda mıyız?” diye sormak veya istememek, karşı olmak en doğal hakkımızdır.
Halkın içinde, düşünebilen büyük bir kesim de sessizliğiyle bu mantığın/mantıksızlığın hâkimiyetini güçlendiriyor. Sanki bir akıl tutulması yaşıyoruz uzun zamandır, zihinler dumura uğramış, gözler görmüyor, kulaklar sağır, diller lâl olmuş… Daha fazla geç olmadan uyanalım, yoksa bir gün gözlerimizi açtığımız vakit ülkemizin fiilen ve zihnen harap olduğunu göreceğiz… Bizler özgürlüğümüz, onurumuz, hakikat mücadelemiz için yaşıyoruz, özgür ve onurlu olarak verdiğimiz bu hakikat mücadelesini de adaleti ve ahlakı hâkim kılmak, kılınan bu zeminde nesillerimizin güven/huzur/adalet içinde yaşamaları için veriyoruz…
Bizler, huzur, güven, adalet içinde yaşamak istiyoruz… Adaletin/hukukun ayaklar altında olduğu, uzun zamandır güven hissinin nasıl bir duygu olduğunu dahi unuttuğumuz, huzurun zerresinin kalmadığı şu günlerde herkes durup bir dakika düşünmeli artık; sorunun kaynağı kim, ne ve hangi anlayışlardır?
09.02.2018