Filistin topraklarının güneyinde, günlerden cumartesi, 7 Ekim 2023 sabah saatlerinde bir şey oldu. Dünya, bundan sonra çok farklılaşacak yarınlara uyandı. Kimisi farkında kimisi varır varmaz, kimisi taassuplarıyla oraya buraya çeker, kimisi görmezden gelir, kimisi kendi âleminde savrulup ömrünü tüketir. Allah elbet Nur’unu tamamlayacaktır, vaadi Haktır ve her şeye hâkimdir.
Dünya gördü ki; artık ezilenler edilgen değil etken olacak, maruz kalan değil maruz bırakan olacak. Bedeli ağır olsa da Filistin mücadelesi tarihinde bu denli bir taarruz hareketi görülmedi, bu saatten sonra hesaplar bu yeni denkleme göre yapılacak. Kim ne yapıyor, kim nerede duruyor, kim hayatında neleri taviz veriyor hepimiz açık ve ağır bir test içindeyiz artık.
Hüseyin nasıl O gün yalnız kalmışsa bugünde Han Yunus’ta çocuklar, Refah’ta kadınlar, Şerit boyu bir halk yapa yalnız kaldı. Rabbim; daha önce resulleriyle yaydığı, Hüseyin’in mücadelesiyle süsleyip perçinlediği mesajı biraz besleyip, çağındaki şartlarda görmek isteyen gözlere örneklik olsun diye Gazze’yi önlerine serdi…
Açık net samimi konuşalım ahali, gerçekler acıdır ama darılmadan gocunmadan kendi gerçekliğimizin farkında olursak bugün olmasa da yarın, bahsedeceğimiz hallerde olmayız, tabi farkındalıklarımızla noksanlıklarımızı giderebilirsek. Az biraz uzun bir metin oldu ama olayı ve içinde bulunduğumuz acziyetin boyutlarını ancak bu kadar özetleyebildim. Bu bir makale veya köşe yazısı değildir, bazen her şey çok basittir, derin okumalara, entellektüel söylemlere hacet yoktur. Biraz sohbet edip kendimizle yüzleşelim dedim ama gerçeklerin acısı biraz daraltabilir ruhunuzu. Göremediğimiz başka boyutlarda olup yanlış okumalar içerebilir metin, birbirimizi düzeltip tamamlanabiliriz.
Bu süreç içinde birçok kazanımlar oldu/olacak hatta ilk andan itibaren İsrail’in imajının yerle yeksan olduğu, demir kubbenin çöktüğü, tarihinde görmediği bir şoka girdiğini tespit edebiliriz. Filistinli esirlerin serbest kalacağı daha ilk günden anlaşıldı. İsrail bundan sonra Gazze’de de Batı Şeria’da da Kudüs’te de (şuan terör estirse de yarın) elini kolunu sallaya sallaya dolaşamayacağını anladı. Amerika, Avrupa ve hatta İsrail içindeki halklar dahi ABD/İsrail gerçekliğini/zulümlerini/keyfiliklerini fark edip bilinçlenme evresine girdi. Dünya çapında duyarlı insanların; gerçekleşen zulümleri, İsrail ve Amerika başta olmak üzere küresel emperyalizmin taşıyıcılığını yapan batılı devletlerin gerçek yüzünü görmelerine vesile olup siyasal bir bilinç oluşmasına hizmet edecektir, etmektedir. Hatta daha da özelde en büyük kazanım ise; Amerika ve Avrupa halkları devletlerinin İsrail hegemonyası altında esir olduğunu aynel yakîn gördü, özgürlükleri için yarınlarda bilinçlenme ve mücadeleleri artacaktır bu süreç sonrasında. Hamas’ın savaş hukukuna riayet edip yürüttüğü haklı ve onurlu mücadelesine ve Gazze halkının onurlu duruşuna şahid olan arayış içindeki insanlığın İslam’a yöneldikleri gözlemlenmekte ve artarak devam edecek gibi…
Hali hazırda İslam dairesinde olup mücadele ruhuyla bezeli kitleleri de silkeleyip kendine getirmeye, özgürleşmelerine, mücadele bilincini arttırmaya bir fayda sağlayacaksa ne âlâ ama bu da olmayacaksa büyük bir kayıp olacaktır ödenen bedeller.
7 Ekimden beri ilgili taraflar görevlerini yerine getiriyor. İsrail’e haykırıp zalimsin demenin, dur demenin bir anlamı yok, adamlar işini yapıyor. Kassam’da hamlesini yaptı sonrasında mücadelesini sürdürüyor, Gazze halkı üzerine düşeni yapıp sabredip direniyor. Dünya halkları özgürce haykırıyor. Bir tek Müslüman halklar kafi bir hamle yapmadı/yapmıyor/yapacak bir iradeleri gözükmüyor. Biz ne yapıyoruz, Soru bu? En azından acziyetimizi kabul edip bir şeyler yapıyormuş havasından çıkabilirsek, o vakit gerçeklikle yüzleşip farkındalığımız çerçevesinde kayda değer adımlar atabilme ihtimalimiz olabilir.
Bizlerin bir duruş sergileme ihtimali için ilk önce özgürleşmeliyiz. Bu süreçte (15 yıldır vurgulasakta) iyice fark ettik ki; fertlerde, STK’larda, devletlerde ekonomik, düşünsel, siyasi olarak esir edilmiş, eli ayağı bağlanmış. Fertlerin alışkanlıkları/ihtiyaçları/öncelikleri modern dünyaya uyarlanmış, konfor alanları genişlemiş dünyevileşmiş kaybedecek çok şeyleri olmuş, bilişim çağında edilgen kurbanlar haline gelip sanal âlemde ömür tüketir olup gerçeklikten soyutlandırılmış. Esnafından memuruna patronundan işçisine iktisadi olarak köleleştirilmiş sanki görünmez bir yularla bağlanmışlar Dünyaya. Sivil toplum kuruluşlarımızın ne sivilliği kalmış, ne özgürlüğü, ne özgün bir karakteri hepsi aynı mantaliteden/zihinden/ağızdan işletilen kurumlara evrilmiş, adeta sivil devlet kurumlarına dönüşmüşler. Strateji gereği dirsek temasını aşıp bayrağıyla polisiyle askeriyle kurumlarıyla devleti sahiplenip can ciğer sarması olmuş herkes maşallah, özellikle eylemlerimizi Tevhid bayrağı yerine Türkiye bayrağı süsler oldu epeydir, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu ayıptır sorması. En basit örnek; birçok yerde gösterilen ferdi veya kitlesel özgür tepkiselliklerin benzeri bir eylemimiz/fiilimiz/irademiz olmadı, olamadı maalesef. Eylem dediğin doğası gereği özgür olmalı, yapanlar sivil duruşlarını bozmamalı; diğer ideolojiler ayrı hele hele İslami mücadele devletin gölgesi altında yeşeremez. Yerini, zamanını, şeklini, söylemlerini doğrudan veya dolaylı olarak baskı altında olmadan özgürce kendimizin belirlediği, müsaade alınmadan yapılan bir eylem gösterebilir misiniz? Bu gerçekliğin tespitini yapıp nedenleriyle yüzleşip camia içinde sorgulamaya giremezsek yarınlara dair bir tek sözümüz dahi olamaz.
Bir söz veya duruşun anlam kazanıp yerini bulması için bazı ölçütleri vardır; özgür iradeyle tecelli etmesi, özgün bir kimliğe sahip olması gerekir, zamanı ve yeri ehemmiyet arz eder. Kazanımlarımızı kaybederiz, faaliyet yürütmemiz (ne yapıyorsan sanki) engellenir, maslahat güdelim, risksiz alanlarda gezinip ne şiş yansız ne kebab deyip lafı dolandırmak yerine, “söz” hedefe doğru net ve emin sarf edilir. Misal; Avrupa’da insanlar eylemlerini İsrail’in yanında duran hükümetlerine yönelik yaptılar. Türkiye’deki kâhir ekseriyet tarafından, İsrail’le en ufak bir ilişkisini kesmeyen hükümete dair değil bir eylem tek bir söz duydunuz mu? “sivil” olan topluluklarımız ne yapıyor? Yapılacak İsrail’e yönelik eylemse, en büyük kitlesel eylemi Tayyib kendisi yaptı, orada da Gazze ayağına Atasına saygı duruşuna durdurdu Müslümanları, bizim “sivillerde” Ankara’da milleti hazır ola sokup istiklal marşı okuttu… Arkadaşlar; söz söylendiği vakit bir ağırlığı olur, kişinin duruşunun bir heybeti olur. Kimse kusura bakmasın bizim söylem ve fiillerimizden ne dost güven duyar ne düşman korku… “Müslüman” bir duruş sergilediğinde, bir söz sarf ettiğinde, bir fiil serdettiğinde dosta güven düşmana korku salar ama maalesef dostta düşmanda bizleri ciddiye almıyor. Eski güzel günlerdeki gibi devletten soyutlanıp özgürleşmemiz elzem bir hal almıştır.
Hak geldiği vakit bâtıl zâil olur. Hakikatin aydınlığında, bâtılın gölgesine sığınmış olanlar görünmeye başlar. İslam rüzgârları estiğinde, islamsı olanların durduğu yerler üzerindeki sis kalkar ve aşikâr olur. Gazze’deki gibi sahih örneklikler ortaya konduğu vakit; kim nerede duruyor, kimin gölgesinde ahkâm kesiyor, kim adına konuşuyor âyân olur. Özgür bir duruş ortaya çıktığında; esaretlerimizi, durduğumuz yerleri, kendimizi teyit etme imkânları doğar, nasiplenene.
Başta fertler olarak biz dünyevileşme hastalığından kurtulup konfor alanlarımızı yıkıp aşmalıyız, yerel ve küresel her türlü beşeri iktidarla ilişkilerimizi gözden geçirip bakış açımızı değiştirmeli, sonra STK’larımızı özgürleştirmeliyiz. Toplumsal arenada Müslüman kimliğimizle emin ve özgür bir duruş sergilemeli, özgünlüğünden güç alan bir sedayla hakkı haykırmalıyız. Sonrasında topraklarımızda kurulu uşaklık görevi üstlenmiş dikta rejimlerini yıkıp özgür yapılar kurulmalı. Bu hem siyasi hem düşünsel hem ekonomik özgürlük içermeli, ancak o vakit böylesi bir durumda kendimize has irade gösterme olasılığımız olabilir, aksi takdirde bir avuç azılı azınlık bütün insanlığı tarumar edecek.
Samimâne yapılanların yetersiz olduğunu vurgularken küçümseme niyetinde değiliz, kimsenin haddine de değil. Normal bir savaş, çatışma, zulüm karşısında gösterilebilecek tepkiselliğin katbekat fazlası verildi, devam ediyor. Şöyle bir durum var ki; normal bir vakıayla karşı karşıya değiliz.
Normal bir seyir izliyormuşuz gibi bir süreç işliyor. Bir çatışma yaşanmış, olağan ve orantılı bir savaş sahneleniyormuş, kabaca savaş hukukuna uygun bir karşıtlık varmış gibi uluslararası dengeler düzleminde siyasi müdahaleler oluyor/olması gerektiği ve ne ölçüde olacağı tartışılıyor, analizler yapılıyor, diğer yandan toplumdan protestolar gerçekleşiyor, teamüllere göre barışçıl eylemler yapılıyor. Bu bir savaş değil bir katliamdır, açık net bir soykırımdır. Hiroşima gibi, Halepçe gibi, Srebrenitsa (yoğunluğu 1 haftada oldubitti) gibi haberimiz olmayan veya biranda gerçekleşen bir olay da değil. İletişim çağında gözümüzün önünde anbean artarak devam eden bu katliam karşısında uluslararası dengeler, rasyonel şartlar, hukuk anlamsızlaşıp insanlar değil normal hayatlarına devam etmeyi nefes alamaz, yemek yiyemez, uyuyamaz halde çırpınmalı ve alıştırıldığımız tepkilerden ziyade olağanüstü tepkiler veriyor olmalı değil miydik?
Hamas yetkilileri dahi “boykot et, dua et, olanları duyur, farkındalık oluştur” diyor, sana ne oluyor diyebilirsiniz. Açıkçası adamlar bizleri daha fazla zul altında bırakmamak için böyle beyanlarda bulunduğu kanısındayım. Ayrıca son kertede bizim ne yapıp yapmayacağımızı da onlar söyleyecek değil, toplumsal sorumluluklarımız ve Allah’ın vaadi ortada, aşikar olan için başkaca bir komuta gerek yok zannımca.
Avrupa’da duyarlı, onurlu, özgür halklar siyasetçisiyle, sporcusuyla, sanatçısıyla yapması gerekenin, yapabilir olduğunun fazlasını yaptı. Bizler ne yaptık, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız sorularının içini doldurmalıyız.
Bazı arkadaşlar yanı başımızda zulüm varken Filistin’le ne uğraşıyoruz diyor, belli bir kısım Hamas yaptığı çıkışla Gazze halkını ateşe attı diyor, bazıları İran’ın vekalet savaşı yürüttüğünü söyleyip bizim savaşımız değil havalarında, bazı arkadaşlar süreçte kazanımlara odaklanmış “Hamas sahada başarılı, Hizbullah şu saldırıları yaptı, Kassam bugün cephede şu kadar İsrail askeri öldürdü” diye sıralayıp duruyor. Hayatında 5 eyleme katılmış bazı arkadaşlar ise biz çok yaptık faydasını görmedik kolaylığına kaçıyor, olayı aşmış bazı arkadaşlar eylem yapmak şahsi tatminden başka bir şey değil deyip oturuyor. Bazıları o sonuç vermez, şu attığın kurbağayı ürkütmez, yapsan ne olacak diyor, yaav ne yapılması gerekiyor birde sen yapda meydan er görsün. Başkası o gelirse ben gitmem, bu gelirse şu gelmesin tiriplerinde, zaten her yapı kendisini nimetten zannedip birbirini eleştiriyor. Bazısı sürecin edebiyatını yapıyor, bazısı sosyal faaliyet malzemesi yapmış takılıyor. Ulusalcılar gibi bölgesel dinamiklere göre düşünen tiplemeleri sallayın gitsin, kayda değer değil. Solcularımız ise maalesef bizlerden daha zavallı bir anlayış ve hiçlik içinde durmakta.
Genel olarak boykot yapıyoruz, dua ediyoruz, farkındalık oluşturmak için elimizden geldiğince butik tepkisellikler içerisindeyiz. Bunların hepsi kendi içinde değerli ama soru şu; yeterli mi ve sorumluluklarımız bu kadar mı? Bu kadar olmadığı kanısındayım ki; boykot tüketim ürünleri bir yana çok daha derin ve sürekli duruşlarla beslenmesi gerekmektedir. Dua mevzu ise; iman amel ilişkisindeki gibi bir denklem içerir dua olgusu, ağzımızdan çıkan niyazın hayatımızda fiili yansımasının olması elzemdir.
Gereken haykırışı, niyazı, duayı fiili duasını yapmış Gazze halkı yapar, sana bana ne oluyor… Günlük dünyalık koşturmacamız sonrası yatsı namazından sonra “Allah’ım, Gazze halkına yardım et, Hamas’a güç kuvvet ver, zafer nasip et” diye dua etmenin ne anlamı var bizim dilimizde. Allah zaten yardımını yapar, ki Allah’ın yardımı sebepler âleminde (mucizeler hariç, ki o da bizi bağlamıyor) bir vesile üzerinden olur, yani senin onun bunun üzerinden. Sen ben o oturduğumuz yerden dua etmek ne kadar tutarlı ve nereye tekabül ediyor, biraz olsun değerlendirmek gerekir.
Allah büyük deniyor, bizene bundan ayıptır sorması, sanane banane Allah’ın büyüklüğünden. Allah en büyüktür elbet, bunu belirtmek O’na hakkıyla iman etmiş, yap dediğini yapıp, fiilen sabredip, tevekkül edenlerin belirteceği bir vurgu. Gazze’dekilerin bunu belirtmesi yerinde, sabrını ve tevekkülünü arttırır. Sen ben az biraz utanmamız lazım, oturduğumuz yerden Gazzeliler adına, “Allah büyüktür, elbet yardımını yağdıracaktır, büyüklüğünü gösterecektir” gibi lafızlar sarf etmeye. Rabbim her şeye şahid ve külli iradesi dahilinde çekip çevirmekte ve yapacağını da yapmayacağını da yapar. Sen ben ne yapıyoruz… Oturduğumuz yerden Allah’ın, Kassam’ın, Gazze halkının, İsrail’in yapıp yapmaması gerekenler üzerine konuşuyoruz.
Tabiki Kassam’ın başarılarını dillendirip sevineceğiz, İsrail’in yaptığı zulmü âyân edip baskı oluşturacağız, Rabbimize sığınıp dua edeceğiz. Ama sanırım bunlar yapmamız gerekenlerin belli bir oranını teşkil etmesi gerekir ve olanlara şahid olan her bir sorumlu birey olarak şahsi yapmamız gereken ödevlere yoğunlaşmamız gerekir.
Az çok anlayabiliyorum, şahsen bende aynı kefedeyim. Acziyetin vermiş olduğu aşağılık duygusuyla topu paslayıp, zihnimizde kendimizi kandırıp çarptırıyoruz olguları, psikolojik olarak yaptıklarımızı kâfi görüp yüreğimizi baskılıyoruz. Ama ahir zaman nasıl ve ne durumda oluruz Allah büyük, zannımca burada bu ifadeyi kendimiz için kullanabiliriz.
Bütün bu olumsuz tabloların nedeni dünyevileşmiş olmamızda sanırım halisane değerlerimizi, ümmet olma yetimizi, mücadele ruhumuzu kaybetmiş olmamızda. Ümmet dahilinde kardeşimizle empati dahi kurma yetimizi kaybetmişiz. Mevzunun daha vahim tarafı hissediyormuş gibi hissedip hissetmemekteyiz, gerçekten hissetseydik yapacaklarımız yapabileceklerimiz çok değişirdi. Gerçekten iman etmiş olsak yapabileceklerimiz gibi…
Biraz empati yapalım, sözde değil özde… Bir an gözlerinizi kapatın ve sadece hayal edin, öz evladınız veya öz kardeşiniz Gazze’de bombardıman altında, kan revan enkaz altında kalmış ölü mü diri mi bilmiyorsunuz. Sizi burada hangi güç tutabilir veya orada hangi güç engelleyebilir. Diriyse kurtarmak için (ölüm pahasına) elinden geleni yapıp ateşe atlamaz mısın ya da öldüyse intikamını almak için tankın üstüne atlayıp dişlerinle demirden tankı parçalamaya çalışmaz mısın? Ya da öz kardeşin baban amcan fotoğraflardaki gibi esir edilmiş ve kimsenin bilmediği bir yere götürülmüş. Türkiye sınırından nasıl geçerim diye düşünmeden, mantıklımı etkili olur mu kurbağayı ürkütür müyüm diye aklının ucundan geçirmeden kuş olup uçup Gazze’ye atmaz mısın kendini? Bu yapacaklarında (rasyonel olarak) başarıya ulaşma ihtimalin neredeyse imkânsız ama yapmaz mısın? Soru bu…
Tamam, birebir kendi canın gibi evladın gibi olmaz diyelim duygu ve reflekslerimiz. Yaav hiç mi olmaz, az biraz da mı yüreğimizde hissedip duygularımızla hareket edemeyiz. Bizler dünyevileştik, aklımızla hareket edip rasyonel olanı, bizlere öğretilmiş teamüllere göre hareket eder olmuşuz. Bunları şunun için vurguladım. Hani hep diyoruz ya biz kardeşiz, biz aynı ümmetin parçalarıyız, aynı vücudun âzâlarıyız diye, kocaman bir yalan! Demek ki kardeş değiliz, kendimizi kandırmanın bir âlemi yok. En ufak bir şekilde yüreğimizle hareket edemedikten sonra hangi kardeşlikten bahsediyoruz. En azından bunun farkına varalım ki, ilerleyen evrelerde yek vücud olabilme ihtimali için kardeşlik ihdas etme yoluna girelim. Sadece bu konuda değil, bütüncül olarak büyük bir yanılsama içindeyiz, neliğimizin farkında değiliz. Yanılsamalardan kurtulup gerçekliklerle yüzleşebilir, iyi kötü kendimizi bilirsek yarınlar için bir umudumuz olabilir. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.
Değil yukarıda saydıklarımızı, hapse girmeyi falan; İki günlük nezareti hatta iki saatlik basit bir gözaltı işleminden dahi çekinen, konfor alanlarında hayıflanıp duran Müslümanlarla bir yol kat edilemez, bir yaraya merhem olunmaz, zalimlere en ufak bile geri adım attırılamaz.
Bu dünya hayatı bir sünnetullah dahilinde döner, mucize mi bekliyoruz. Salt dua ederek veya buğz ederek zalimler engellenseydi, Kerbela’da Hüseyin’i katledenlerin kılıcı kesmezdi. Allah’ın vaadi haktır, sözü açık ve nettir. İşini iyi yapanı başarıya ulaştırırım diyor, inancında samimi olanın arzusunu yerine getiririm diyor, birliğini sağlayana zafer nasip ederim diyor. Adamlar işini yapıyor, inançlarında bizden samimiler, birliklerini sağlamışlar. “Gazze” tek başına onların fazlasını yapıyor ama bu tabloda bütünlüğü oluşturacak bizler bu unsurların hiçbirini yerine getirmiyoruz. Haaa mesele Gazze’nin yok olması değil, nasıl ki Hüseyin kazananlardandı, yarın Gazze halkıda kazananlardan olup ahir zamanda rızıklanmaya başlayacaklar. Bizler o gün Kerbala’da olanlara şahid olup sorumluluklarını yerine getirmeyenlerle aynı akıbete uğrayacağız. Bu kadar basit aslında olay…
Kazanım sahibi bizler değiliz, Gazze ve Allah’ın aziz yolu kazanacak olandır. Bu kazançta somut değil soyut boyuttadır, zahiren somut olarak Gazze’de kaybetti. Çoluk çocuk 30 bin canan bu adi dünyadan koparıldı, Gazze Şeridi tarlasıyla binasıyla koylarıyla bahçeleriyle yerle bir oldu. Adamlar topyekûn ufacık Gazze şeridini yerle bir ediyor, tahayyül dahi edilemeyecek oranda ağır bombalar altında bırakıyor. Kimse somut olarak elini tutup engellemediği, bölge ülke ve halklarından kayda değer bir ses seda çıkmadığı için daha da arsızlaşıp devam ediyor. Olacak olan budur şaşılacak bir durum yok.
Olan bütün sarihliğiyle gözümüzün önünde cereyan ediyor ama kimse olanı idrak mesabesinde görmüyor sanırım. Gazze somut olarak bitti, bugün savaş bitsin, İsrail geri çekilsin, zaten 17 yıldır abluka altında kıvranan Gazze bu saatten sonra nasıl bir yaşam sürecek. Savaş esnasında dahi el uzatamayan ümmet savaş sonrasında mı ablukayı kıracak.
Adamlar Gazze’nin kuzeyinde terör estirdikten sonra güneyi bombardımana tutuyor, biz değil bu keyfi zulmü durdurabilmeyi, hala Mısır’dan yardım tırlarını sokamadık. 2.Dünya savaşında, Srebrenitsa’da gördüğümüz esir sahnelerine şahid oluyoruz. Değil esir kardeşlerimizi kurtarabilmek, akıbetleri hakkında en ufak bir bilgimiz, merakımız dahi yok. Neden bahsediyoruz, ne yapıyoruz ahali…
Yazılanları okuyup öyle uzaktan uzaktan bakmayın arkadaşlar, bizden bahsediyorum. Boykotla, kuru kuru duayla, devlet müsaadesiyle yapılan birkaç eyleme iştirak ederek, para toplayarak sorumluluktan kurtulacağımızı zannediyorsak büyük bir yanılgı içindeyiz.
Selahaddin Eyyubi, Kudüs feth oluncaya kadar gülemediği için bu duyguyu yüreğinde yaşayıp içselleştirebildiği için gerçek adımlar atabildi, Sunnetullah tamda budur. En azından utanıp biraz empati yapmaya zorlayıp hayatımızda sadeleşmeye gidelim, somut olarak Gazze için soyut olarak da kendimiz için yasa girelim.
Yapıldı denilen/yapılan şeylerden hariç ne yapılması gerekirdi, neler yapılabilirdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Gazzeyle kardeş olmayı başaramadığımız için ve Allah’a hakkıyla iman etmediğimiz için tahayyül dahi edemiyoruz/m. Ama bir kaçını ifadelendirelim; Başta bölge ülkelerin halkları olmak üzere bütün dünyada ayaklanıp, sivil olarak İsrail sınırlarına yürüyüp orada öylece durmamız bile kâfi gelebilirdi. Mısır, Ürdün, Suud, Irak, İran, Batı Şeria, Suriye, Lübnan, Türkiye halkları kitlesel olarak harekete kalktığı takdirde Amerikan uşakları yöneticileri kitlelerin gücü karşısında tek bir laf bile edemezdi. Ki hatta, sonrasında bu kukla nizamları dahi yıkıp (değil Gazze’yi kurtarmak) kendilerini de özgürleştirme yoluna girebilirlerdi. Diğer dünya ülkelerinden de duyarlı çok sayıda insan buraya akın edebilirdi, bir düşünün milyonlar İsrail’i sivil olarak kuşatmış. Değil Gazze’ye umud olmak, Kudüs’ü dahi kurtarabilirdik. Hamas bir yol açtı ama bizler o yoldan yürümeyi değil alıştırıldığımız, fiili ve zihni prangalar altındaki zelil yaşamımızı tercih ettik.
Dünya çapından aktivist yüzbinler Mısır kapısını yıkıp Gazze’ye girse, canlı kalkan olsa İsrail ne yapabilecekti. Rachel’ın aklı yok muydu, Avrupa’da konforlu bir hayatı, sevdikleri, geleceği, dünya hayatına dair arzuları yok muydu? Hepimizi toplasanız o koca yürekli kız kadar etmeyiz, bu saatten sonrada Rachel ismini ağzımıza alıp sakız etmeyelim onurlu duruşunu ve mesajını, belki bu mesajı alıp uygulayacak güzel insanlar çıkar yarınlarda…
Geride kalanlarda ülkelerindeki elçilik yapılarını yerle yeksan etmeliydi, İsrail ve Amerika’ya uşaklık eden taşeronlara topraklarını dar etmeliydi, yöneticilerine öyle baskılar yapmalıydı ki sahibim ne der diye içinden geçirmeye fırsat vermeden seve seve her türlü ambargoyu net uygulatmalıydı, ülkelerindeki Siyonist (Yahudi değil) kişilerin her birini tecrit etmeliydi v.b. isteyip inandıktan sonra yapılacak çok şey vardı/var…
Bu kadar afaki okuyup ifadelendiriyorum çünkü inanın normal şeylere şahid olmuyoruz. Tamam tarih boyu zulümler olmuş, katliamlar olmuş, daha yakın geçmişte ve hali hazırda gördüğümüz gerçeklerde var. Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Açe’de, Lübnan’da daha dün Bosna’da olanları da durduramadık. Filistin yıllardır az da olsa aynı çatışmalar içinde kıvranıyor. Ama yok yok, 7 Ekim ve sonrası farklı… Bütün sarihliğiyle, bütün şiddetiyle, bütün netliğiyle, bütün düşmanların yekvücut karşımızda belirginliğiyle, bizim acziyetimiz karşında bütün acımasızlıklarıyla, iletişim çağındaki bütün şahitliğimizde olan oldu ve olmaya devam ediyor.
Yaşadığımız Modern çağda, iletişim kanallarının doğurduğu derin handikaplarla birçok hususta çok kolay alışıp unutup normalleştiriyoruz. Her ne kadar gayri iradi gelişen, yürütülen bu toplum mühendisliğinin kurbanları olsak ta, şuan yaşadıklarımız kabul edilir, normal teamüllerin işletileceği bir durum değil. Yaşananlar ve olanlar değil normal, hayatın durmasını gerektirecek olağan üstü boyutlarda bir yandan saçma bir yandan adi bir diğer yandan zulmün arşa çıktığı netlikte akılların/gönüllerin/izânın kaldıramayacağı bir durumdur.
Bu süreçteki büyük bir kaybımız da şu ki; bu kadar netliğe zorbalığa zulme karşın (Avrupa’daki duyarlı insanlardan öngörmedikleri tepkiler gelmesine rağmen) bölge ülkelerinin sessizliği karşısında elleri kuvvetlendi. Eskiden beri adamlar bir şey yapıyor, bakıyor ses seda yok başka bir şey daha yapıyor, sonra bir başkası, bakıyorlar bekledikleri tepki yok arttırarak devam ediyorlar. İsrail’deki faşistlerin yerine kendinizi koyun; önceki keyfi ve şiddetli uygulamalarınızı, 17 yıllık ablukayı ve bunların engellenememesini bir kenara bırakın. Gazze’yi 90 gündür bombardıman yağmuruna tutuyorsunuz, binlerce erkeği çıplak gözaltına alıyorsun akıbetlerini soran eden de yok, üstüne üstlük Batı Şeria’da Cenin’de terör estiriyorsun. Müslümanlar değil seni engellemeyi, daha Mısır kapısını açtırıp yardım bile sokamamışlar. Sonra istediğin vakit ve yerde sen ne yaparsın bunlara… Kim engelleyecek seni… Adamların eline bu açık çeki verdik, bundan daha kötü ne olabilir.
Bütün olumsuzlukların yanında (şahsen yeterli bulmasam da) Direniş ekseninin mücadelesinin hakkını vermek lazım, devlet bazında da örgüt bazında da onlar olmasa şuan Gazze’de de Kudüs’te de nefes bile aldırmazlardı Müslümanlara. Yemen, aslanlar gibi devlet bazında açık açık savaş ilan etti ve halkı içinde bulundukları hayat zorluklarına rağmen hem niteliksel hem niceliksel olarak Gazze’nin yanında olduğunu cümle aleme gösterdi. İran, Irak, Suriye arka planda adı konulmamış bir savaş içinde. Lübnan cephesinde Hizbullah, İsrail ile sınır hattında kontrollü ve sürekli sıcak çatışmalar içinde ve devam edeceğini her düzlemde yansıtıyor. Bu ülkelerin halklarından da yeterli ses seda çıkmasa da devlet bazlı bir karşıtlık aşikar ve savaş büyüyecek olsa muhatab olacak ve sırtlanacak olan topraklar buralardır.
Son olarak belirtmek ve adlarını anmadan geçmek istemediğim kişi ve olaylar var. Ahir zaman Gazze sınavında kesin geçer not alan (acizane fikrim) 3 kişi var. “Gazze bu haldeyken burada duramam Ana” diyerek Manisa’dan tek tabanca, hesapsız kitapsız yola çıkan 29 yaşındaki Engin Arslan isminde bir cengaver henüz üç gün geçmişken, karar verip sağımda solumda kim var, kim ne der, sınırı nasıl geçerim, bana ne olur diye düşünmeden yola revan oldu. Cilvegözü sınır kapısından bırakılmayınca gerisin geri dönmedi çünkü inanmış biri hiçbir sınırı ve ölçüyü tanımaz. Suriye sınırını kaçak yollardan geçip menziline devam etti, Suriye hapishanelerine düştü. O inanmış ve karar vermiş genç için hapis olmak değil hedefe doğru gidememek zor gelmiştir.
Diğer hesaplarını kolaylaştıran iki güzel insanın isimleri ise Seyfullah Öztürk ve Yakup Erdal, Gazze halkına destek amacıyla İsrail’e karşı mücadele etmek için giden iki Türkiyeli kardeşimiz, sınırın Lübnan tarafındaki çatışmalar arasında hayatını kaybetti. Şahitliklerini şehadetle süslediler… Onların sizin gibi çoluk çocuğu ana babası işi gücü yoktu, Engin’in gelecek planları umutları hayalleri yoktu sanırım kafa dağıtmak için turistlik gezinti yapalım dediler.
Bizler ölmeyeceğimizi mi düşünüyoruz veya özgür olduğumuzu mu? Hayır hayır ölü olanda hapis olanda biziz… Onlar yaşıyorlar ve özgürler…
Allah sonumuzu hayretsin. Herkes ektiğini biçer bu fani tarlada, herkese hayırlı hasatlar…
Yusuf Şanlı /31.12.23