Azadî ferze, Misliman / Özgürlük farzdır, Müslüman
Bindesti, dikuje îman / Kölelik, imana zarardır
Aşîtî emrê Xweda ye / Barış Allah’ın emridir
Tu car, rê nede zaliman! / Asla, zalime yol verme!
[Baran İkbal]
Ahh Özgürlük… “Nedir bu özgürlük ne değildir, ne bedeller ister bedelsiz verilen serbestiyetler azatlığımız mıdır yoksa zindanımız mı? Zihnen ve fiilen özgür iradenle hayatını şekillendirebiliyor musun yoksa şekillendiremiyor musun? Bizi sınırlandıran unsurlar nedir? İrademiz ne kadar özgür, bahşedilen bu özgünlüğün farkında mıyız, değerinin bilincinde miyiz vb. soruların cevabını vermemiz icap etmektedir.
Jean-Paul Sartre’nin üzerine basa basa “İnsan, özgür olmaya mahkûmdur” dediği gibi biz de benzer minvalde “insanın özgür olması farzdır” diyoruz. İnsan ile beşer arasındaki fark, özgür irade sahibi olmasındadır. İrade de bulunabilmek için de özgür olmak icab etmektedir. Bizi insan yapan unsur bu iradeye sahip olmamızda yatmaktadır, aksi takdirde alelade bir mahlûk olurduk.
İmani ve ibadi farzlardan ziyade, İslam’ın ve insanlığın en başat farziyeti özgürlüktür. Özgürlüğün olmadığı noktada farziyetlerin ekserisi düşer. Akıl baliğ olunmayınca üzerine farz olmayan şeylerin birçoğu özgür olmayınca da anlamsızlaşır. Özgür olmayandan fıkhi olarak kısmen ibadet bile beklenmemekte, sorumluluktan azad olmaktadır. Çünkü değil yapacağı ibadetlerin, varlığının dahi bir ehemmiyeti kalmamaktadır. Bu noktada somut esaretlerden çok zihinsel esaretler ve özgürlük alanları daha bir belirleyicidir.
Somut özgürlükten ziyade soyut özgürlüğümüzün neliği daha bir önem arz etmektedir. Fiziksel olarak özgür olunsa da zihinsel esaret altındaysa insan, özgür değildir. Tersine, zihinsel olarak özgür ise fiziken mahpus dahi olsa bütün benliğiyle özgürdür insanoğlu.
Özellikle son asrın özgürlük hikâyesi fiziksel değil zihinsel boyuttadır. Geçmiş yüzyıllardaki kölelik olgusu veya hâlihazırdaki hapishane mahkûmlarının durumu mevzunun en basit ve net tanımını teşkil etmektedir. Zahiren aşikâr olan bu mahkûmiyetler yanında geldiğimiz noktada ise zihinsel mahkumiyetler mevzuu çok daha derin ve kitlesel bir boyut kazanmıştır. Ve daha da vahimi, somut olmayan bu esaret durumlarının farkında dahi olun(ula)mamasıdır.
Enformasyon çağıyla birlikte toplum mühendisliğine maruz kalan insanlar kitlesel halde esir edilmektedir. Özellikle son 30 yıldır kitlelere uygulanan narkoz çok derin ve bilinçsel boyutlar almıştır. Akıllı telefonlar başta olmak üzere akıllı teknoloji, insanoğluna “sen aklını kullanma, bana tabi ol” demektedir tabiri caizse. Artık insanoğlu tercihlerini kendi iradesiyle yapamamakta, yönlendirilip yönetilmektedir. Kullanılmayan akıl ve irade yoksa, özgürlükten hatta insanlığımızdan hatta ve hatta Müslümanlığımızdan söz etmemiz abesle iştigal etmektir.
Müslümanın özgür olması, üzerine farzdır. İslam, insanoğlunu her türlü beşeri hegemonyadan özgürleştirmenin yolunu göstermektedir. İnsan, insan üzerinde ilahlık/iktidar/hâkimiyet kurma üzerine bir çatışma içinde debelenmektedir bu âlemde, İslam ise bütün bu baskı unsuru oluşturan olguları bertaraf edip fıtratına, doğaya ve yaradılışına uygun bir hayat kurabilmenin formüllerini sıralayan bir öğretidir. Özgürlüğün yolunu göstermektedir, İslam olan özgür olmaktadır, özgür olmak zorundadır çünkü bir Müslüman, Allah’tan gayri zihinsel ve fiziksel hiçbir hâkimiyet tanımaz.
Âdemden kıyamete kadar süre gidecek olan bu sorunsalı bütün boyutlarıyla irdeleyip tanımlamanın ehemmiyeti yanında, burada “özgürlük” kavramının felsefi/ıstılâhî/siyasi boyutlarına derinlemesine girme niyetinde değiliz. Geldiğimiz noktada, yaşadığımız tecrübelerin dışa vurumundan ne durumda olduğumuz konusunda çıkarımda bulanabiliriz.
Daha önceden de çokça belirttiğimiz gibi, içinde bulunduğumuz bu vahim durum, Aksa Tufanı hamlesi ve Gazze halkının direnişiyle birlikte aşikâr oldu. Nerede durduğumuzu, ne yapıp ne yapamadığımızı, neyi ne ölçüde yapabilir olduğumuzu hep birlikte gördük: Anladık ki hiçbirimiz özgür varlıklar değilmişiz.
Ferdi olarak da, sivil toplum zemininde de, devlet yönetimlerinde de fiili ve zihni çok derin esaretler içinde debelenmekteyiz. Devletlerin küresel hegemonya altında ezildiği ve kontrol edildiği, modern çağın bir gerçeği. Bu gerçek yanında, (Türkiye özelinde) küresel odaklara gebe olan iktidar/devlet, maalesef sivil toplumu da kendine gebe kılarak, onu bu sığ çarkın bir parçası olmaya mahkûm etmiş durumdadır. STK’ların sivilliği hiçbir şekilde kalmamıştır, hatta bu kurumlar bugün devlet organı gibi düşünüp hareket eder, söylem geliştirir durumdadırlar.
Genel sivil toplumdan ziyade İslami hareket dâhilindeki yapıların özeleştiri yapmasının gerekliliği daha da elzem hale gelmiştir. Modern manada sivil toplum bir yana İslami hareket dâhilindeki Müslüman bir yapı, kesinkes özgür ve özgün olmalıdır. Yerel veya küresel hiçbir beşeri odağın boyunduruğunda, dümeninde, suyolunda olmamalıdır. Özellikle son 15 yıllık tecrübeyle aşikâr oldu ki İslami toplumsal oluşumlar, neredeyse tamamen özgürlüğünü yitirmiş, islamsı bir iktidarın peşinde sürüklenir hale gelmiştir. Doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine esir eden bu odaktan azade özgür iradeleriyle düşünüp söylem geliştirip hareket edemez olmuşlardır.
Gazze’de ödenen bedeller bizlerin özgürlüğüne hizmet etmeyecekse asıl o vakit kaybedenlerden, ziyan edenlerden olacağız. Gazze’deki kardeşlerimizin ödediği bedeller bizleri uyandırır, durduğumuz yerin yanlışlığını fark ettirir, dayandığımız sahte odaklardan sıyrılmamızı sağlar da, özgürlüğümüzü kazanmamıza vesile olursa o vakit kazananlardan olacağız inşallah…
Devlet ve STK boyutundan ziyade ferdi olarak da, iktisadi ve toplumsal baskı atmosferi yanında bilinç dönüşümü yaşayan bireylerden müteşekkil bir toplumla karşı karşıyayız. Sanal âleme hapsolmuş, gerçeklikten uzaklaşmış bir hale mahkûmuz. Haricen dünyevileşme hastalığına eskilerden çok daha derin boyutta kapılmış, kaybedecek çok şeyi olan mahlûklar haline gelinmiştir. Ezcümle; kaybedeceklerinin esiri olmuş, gerçekliklerden uzak, fiili ve psikolojik baskılar altında yaşayan köleler haline gelmiş durumdayız.
Gazze’ye faydamız olması için zengin olmamız, güçlü olmamız, yaşıyor olmamız değil, ölmemiz gerekmekteydi. Ölümü öldürmeden, zavallı hayatlarımızdan, konfor alanlarımızdan vazgeçmeden değil mazlumlara, kendimize dahi faydamız olmaz/olamaz. Özgürce ölemiyoruz dahi, kaybedecek o kadar çok şeyimiz var ki, en ufak bir adım dahi atamıyoruz sorumluluklarımıza dair… Gazze’ye bir faydamız olabilmesi için özgür bireyler olarak düşünüp hareket ediyor olmamız gerekmektedir.
Zihinsel esaretten daha az önemli olan ama zahiren daha etkili gözüken fiili esaretlerimizin oranı da kat be kat artmıştır. Küresel veya yereldeki merkezi yönetimlerin/otoritelerin/iktidarların kişileri ve toplumları şekillendirme yetisi, iletişim ve teknoloji çağındaki soyut ve somut araçlarla çok fazla artış göstermiştir. Modern devlet, artık çok rahat ve hızlıca vatandaşlarına ulaşıp, cezalandırıp, bastırıp, sindirebilmektedir. Bunların nasıllığı ve araçları, herkesin malumudur.
Geldiğimiz noktada, kentlerde yaşamaya meyleden nüfusun büyük oranı türlü türlü zindanlara hapsolmuştur. Hâlbuki doğa insanı sınırlamıyordu, insanoğlu doğadan ve gerçeklikten kendi kendini soyutlayıp daralttı. Kentlerde devletler hâkimdir ve bu hâkimiyet, çok etkili ve acımasızdır. Bu atmosferde her daim devletin gözetiminde olup yönlendirmesine maruz kalınmaktadır ve en ufak bir hata dahi affedilmezdir. Eğitim sistemiyle başlayan devletin kontrolü ve tek tipleştirme, toplumu oluşturan bireyi çepeçevre sarmış, yönlendirmektedir. Sürecin en vahimi, başta da vurguladığımız gibi bunların farkındalığında dahi olun(a)mamasıdır. Aksine, tamamen özgür olunduğu zannında, açık bir şehir hapishanesinde yaşayan kişiler, sistem dahilinde alıştırıldığı konfor alanlarında kaybedeceklerinin esaretinde bir hayat sürmektedir.
Özgürlük, hepimizin hoşuna giden, saygı duyduğu, arzuladığı, tersine, itiraz etmediği bir kavram ama neredeyse hiçbirimiz hakkını vermiyoruz, hayatımıza uygula(ya)mıyoruz…
Hiçbir kavram, salt tek başına kutsal ve mükemmel değildir, onu değerli kılan, onun yerli yerinde ve ölçüsünde işletilmesidir. Çarptırılarak ve zan içinde işletilen bir olgu, hakkıyla hayat bulmuş değildir. Bir olgunun doğruluğunu/değerini/gerçekliliğini nasıllığı/zamanlaması/uygulayıcısı belirlemektedir. Misal; bir olgunun doğruluğu sözde değil, sözün hayat bulduğu zemindedir. Doğru sözün ölçüleri vardır, sarf edilen söz yerine ulaşmadığı takdirde doğruluğu ve yanlışlığının bir ehemmiyeti yoktur. Hakikatli bir “Söz” de doğru bir zamanda, doğru bir yerde, doğru kişinin ağzından, doğru hedefe doğru sadır olduğu vakit bir anlam kazanır. Aksi takdirde bir zırvalıktan ibarettir.
Bir kişi veya STK söz söylerken özgür değilse, durduğu yer yanlışsa, yersiz ve zamansız ise konuştukları ve yaptıkları boşluktan başka bir değildir. Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden, türlü desiselerle hayat bulmuş iktidarların boyunduruğunda olmadan, yerel veya küresel beşeri hegemonyalara gebe kalmadan, özgürce söz söyleyeceğimiz günlerin özlemiyle…
Tezat bir ifade gibi gelse de, özgürlüğün de sınırları vardır elbet. Pür özgürlük diye bir şey de yoktur, modern çağın handikaplarından biri de budur. “Özgürlük” kavramı, tabulaştırılıp bireysel özgürlük adına toplumu hatta doğayı yerle yeksan edip dengeleriyle oynanmaktadır. Oysa insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmadan, başkasının hakkını da kendi hakkı gibi savunmalıydı…
Kişinin özgürlük alanı bir diğer kişinin özgürlük alanını ihlal etmemelidir. “Büyük balık için özgürlük, küçük balıklar için ölümdür.” Bazılarının özgürlüğü, başkalarının kısıtlanmasına bağlı olmak zorundadır, peki ama bunun ölçüsü nedir? Çetrefilli bu konu, kişiye göre görecelilik göstermektedir. Burada bu hususu netleştirmemiz imkânsız olacağı için mevzunun bu boyutuna parmak basıp geçiyoruz.
Kürre dâhilinde de belli sınırlamalar mevcuttur. İnsanoğlu, yaratıcısı ve doğası gereği tam manasıyla özgürde değildir. “Müslüman” başka bir yaratılmışa, iktidar yapısına veya başka bir ilaha karşı değil, yaratıcısı nezdinde özgür değildir. Ne yapıp ne yapmaması gerektiği, ne olup ne olmaması gerektiği yaratıcı/ilahı tarafından şekillendirilmiştir. Müslüman olarak benim özgürlüğüm, Allah’ın “yasak” dediği yerde biter.
İman özgürlüktür, batıl esarettir… Allah’a iman, belli oranda özgürlüğümüzü sınırlıyor olsa da bu dünyada özgür bırakmıştır. Ama insanoğlunun Allah’tan gayri edindikleri ilahlar, onları bu dünyada sınırlandırıp iradelerine ket vurmaktadır. Kişi kimden korkuyorsa ilahı odur, rızkı kimden bekliyorsa, kimden medet umuyorsa ilahı odur, fiilen ve zihnen kimin önünde eğiliyorsa ilahı odur. İnsanoğlu kendisine Allah’tan gayri ilahlar edinip özgürlüğünden feragat etmektedir. Çünkü şeyhi, reis, üstadı haricen ilah edindiği makamı, metaı, parası, işi, memuriyeti, dünyalığı onu kendine köle eder/ediyor/etmekte. Yaratıcımız ise kendisine kul olmamızı telkin eder, ki bunu da kendi ihtiyacı için değil bizim için, bizim beşeri ilahlara köle olmamamız için ister. Sadece ve sadece Allah’a kul olan kişi, bu dünyada anasından doğduğu gibi saf ve özgürdür, doğaya ve fıtratına uygun bir hayat sürer.
Kader ile özgür irade arasındaki mevzu ayrı bir meseledir. “Kişiliklerimiz salt öznel bir eylem olarak değil, nesnel dünya ile diyalektik bir süreç olarak örülüyor, tıpkı ağdaki bir örümceğin bastığı yer gibi. Bruno Latour’nun vurguladığı Fail Ağ Teoremi, insanın sadece kişilerarası, toplumsal olanla değil, doğayla, kavram ve kültürle, kısacası maddi-semiyotik ilişkiler ağında bir fail halinde bulunduğunu kuramsallaştırıyor. Bu, esasen, kaderle dolaşık bir özgür irade anlamına da geliyor.” (Kemal Sayar)
Mesela, Rollo May’in özgürlük tanımı, bu dolaşıklığı, “yaşamın doğal ve kendi koyduğu (örneğin kültürel) sınırlar içinde seçim yapma kapasitesi” olarak ifade ediyor. Hayata anlam katan, özgürlük ve kaderin çatışan kutuplarıyla dinamik bu karşılaşmadır. Bize verilen malzemeyle neyi icat ettiğimiz/yarattığımız; bütünleşme, keşfetme ve uzlaşma, dönüştürme becerimizdir kişiliğimizin rengi. Yani özgürlük, boşluktaki bir atılım değil, bir sınır taşıma ve genişleme sevgisidir, bu nedenle de kabaca tanımla “kader” olarak etrafı çizilecek olan verili şartların ölçüsüyle çarpışarak kendini keşfeder.
Ece Ayhan’ın “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” dizesindeki gibi, kader yani ölçülü biçili şeyler, insanın yüksek atlama çıtasıdır. İster Yalom’un varoluşsal kavramlarına karşı ister Ali Şeriati’nin “insanın dört zindanı” diyerek saydığı, tabiat, tarih, toplum ve mevcut kişiliğine karşı yürütülsün, mukaddes bir yürüyüştür bu. “Bende var olan, ama benim tarafımdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. Belirlenmişlikle yapılan özgürlük savaşı, insanın tabiatta kendisi olmak için, maddi bir olgudan Tanrı’ya doğru gitmek için verdiği savaştır.” diyor Şeriati.
Diğer yandan, Erich Fromm Özgürlükten Kaçış kitabında, aslında özgürlüğün korkutucu, bilinmeyen bir alan olduğunu vurgular. Özgür olmadığınızda ne yapmanız gerektiğini sizin dışınızdaki güçler söyler, sizin ne yapacağınızı düşünmeniz bile gerekmez. Ama bu güçler ortadan kalktığında, artık ne yapacağınız size kalmıştır. Bu noktada özgürlük azatlığa evrilir.
Yapmaktan ziyade istemediği bir şeyi yapmama hakkı da özgürlüğün tanımı içerisindedir. Baskı unsurları genelde bu minvalde işletilir. Modern devlet, eğitimi ve askerliği zorunlu kılar, zorunlu sigortalar, türlü türlü zorunlu vergiler, kendi kendisini meşrulaştıracak seçim sisteminde rey kullanma zorunluluğu vb. kulvarlarda kişi yapmama hakkını kullanamamakta, yapmaya zorlanmaktadır. Bu şartlar dâhilinde özgürlükten söz etmek mümkün değildir.
Bütün bu hususiyetler ışığında şu soruyu sormanın vaktidir: İçinde bulunduğumuz ahval nedir ne değildir, hür müyüz mahpus mu?
Her bir nefsin kendi muhasebesini yapıp özgürlük yolunda yürümesi niyazıyla… Saygılar…
Rahatsız Yusuf